20 Kasım 2013 Çarşamba

Ağaçlara Dayanabilmek

Haddizatında epey cananı içerir ağaçlarımız.

İhtimaldir ki hepimizin hayatını simgeleyen ağaçlarımız dahi bir yerlerde bulunur. Yahut tek bir ağacın dallarında yaşıyordur her birimizin şimdiki hayatları. Bazı başka yapraklara değiyoruzdur örneğin. Birbirimize değinizdir? Onlar kuruyup solduklarında da insan bedenlerimiz ölüyoruzdur mesela. Belki bunların hiçbiri yoktur. Sapkın pagan saçmalıklarıdır. Yine de sanırım bir ümit olacaklardır.

Bu ümitten bahsetmek için, ağaçların yalnızca gölge ile meyve yapıcı olmadığı zamanlardan -hoş şimdi bunları yapmak dahi onları kurtarmıyor- bahsetmemiz gerecek. Sözünü açacağımız bu vakitte "Bunların dediği maki. Ne olacak keser atarsın. Maki nedir?" lafazanlıklarının kale alınmayacak derecede agresif, manasız, gülünç laflar olduklarını belirtmeme gerek yoktur.

Ağaçlar tarihin başından beri kutsal kabul edilmişlerdir. Yalnız insanlar tarafından demek burada doğru olmaz. En iyisi şöyle ifade edelim: Homo Sapiens hayvanını da kapsayacak şekilde tüm Yerküreliler için ağaçlar saygı duyulacak ulu canlılar olmuştur. Hayat, evren ve her şey hakkında muhtemelen 'günümüz insanından' daha fazla bilgiye sahip eskinin Homo Sapiens hayvanları ağacın köklerini 'yeraltı dünyasıyla', yüzeyini üzerinde durduğumuz Yer ile, göğe uzanan dallarını ise mevcut evren anlayışları her ne ise onunla ilişkilendirmişlerdir. Bu yeraltı dünyasının adı farklı kültürlerde Niflheim, Araf, Tartaros, Erlik, Mictlan olarak anılabilir. Bunun çok da bir önemi yoktur, Yer kavramlarının da farklı kültürlerde değişik isimlerle anılagelmesi gibi. Yazımızın konusu o değil. Bizim bahseceğimiz ağaçlardır.

Ağaçlar Homo Sapiens tarafından hem erkeksi hem de kadınsı fiziki özellikler ile yorumlanabildiklerinden kutsallıkları genel bir bağlamda kabul görmüştür. Homo Sapiens algısına göre daha uçsuz bucaksız bir yaşam döngüsüne sahip olmaları ağaçları kuşaklar arası ruhsal bir aracıya dahi çevirmiştir. Hayat Ağacı, Kozmik Ağaç gibi anlayışlar da işte buradan gelir. Daha iyi anlamak için işbu halin rivayetlerini kurcalayacağız.

Altay kültürünün hiçbir şey yokken de var olan Ak Ana'sı sonsuz sulardan çıkıp Kayra Han'a yaratma emrini verir. Bunun sonucunda da Uluğqayın (Ulu Kayın) Kayra Han tarafından yaratılıp dikilir. Yerküre ile birlikte var olmaya başlayan bu evren ağacı inanca göre her şeyin merkezinde durmaktadır. Dalları gökyüzünü, kökleri ise yeri tutar. Dolaylı olarak Ak Ana talimatıyla gelen ilk 'ağaç' bağlantısı büyük olasılıkla ikisinin de aynı etimolojiye dayanmasıyla ilişkilerini katmerlendirir.

Ak/ağ kökünü bir olarak ele alacağız. Bu kök ağmak, beyazlamak, ışımak, yükselmek, yukarı çıkmak gibi anlamlar taşır. Günlük lisanda yükselmek ile ışımak ilişkisini en iyi koruyan tabir tahmin edeceğiniz üzere "gün ağarması" olgusudur. Bu anlayıştan yola çıkarak bazı etimologlar ağaçların yükselen, yukarı çıkan, göğe doğru olan yapısının aynı kökten bizi "ağ'aç" kelimesine götürdüklerini savunur. Usa gayet yatkın. Mitolojik hikayelerin sembolizm perdesi aralandığında neler anlatacağı belli olmaz.

Altay mitolojisinin Uluğqayın'ı, Macaristan kültüründe "Égig érő fa", en meşhur evren ağacı kültünü barındıran İskandinav anlayışında ise Yggdrasil olarak anılmıştır. Daha fazla ağaçtan bahsetmek gerekirse Hindu kültürüne uğrar Ashvattha ağacından bahsederiz biz de. Hindu inanışında bu evren ağacının köklerinin gökte olduğuna inanılır ve sonsuz hayat döngüsünün ağacı olduğu kabul edilir. Kelime Sanskritçe köktendir. A = Sanskritçe olumsuzluk ve yoksunluk öneki + Shwa = yarın + tha = duran/kalan. Hindu filozof Adi Şankara bu sözcüğü "Ertesi gün aynı kalmayan, evrenin kendisi gibi sürekli değişen" olarak yorumlamış. Bakın siz şu ağaca. Hindular tarafından hayat, evren ve her şey ile bu minvalde ilişkilendirilen ağaç Budist metinlerde Sidarta Gotama'nın (Buda) altında meditasyon yaparken aydınlandığı ağaç Bodhi ağacı olarak yorumlanır. Orijinal ağacın bulunduğu yerde hala onun soyundan gelen bir başka Bodhi ağacının durduğunu, Budistler tarafından da önemli bir ziyaret yeri olarak kabul edildiğini söyleyelim. Bir ağacın 2500 yıllık bir bağlantıyı sembolize edebilme potansiyeli taşıdığını hatırlamak adına.

Buda'nın bu epifani (ruhani aydınlanma) olgusunun yanında ('epi' öneki Grekçe üzerinde demektir, fani ise Grekçe ışımak aydınlanmak manalarına gelir) Hindularca kutsal görülen epifit yaşayan ağaçları da belirtelim. Epifit ağaçlar başka ağaçların üzerinde onlara parazit olmadan gelişip büyüyen ağaçlardır. Daha az önce dedik epi öneki Grekçe 'üzerinde' demektir diye, fit sözcüğü de bitki ağaç manalarına gelir. Yani epifit, ağaç üzerinde manasını taşır. Hindistan'ın ulusal ağacı kabul edilen Banyan ağacı bunun en kabul görmüş örneğidir. Bir hayat üzerinde başlayıp ona zararı dokunmadan süregelen başka bir hayat ve neticede hepsinin birbirini yaşatması olgusu ne de çok şey demek aslında. Siz hiç epifit oldunuz mu? Belki epifit bir dostunuz olmuştur.

Hepsi dursun da biz Kutsal Korular (İng. Sacred Groves) kültünden dem vuralım. Bu anlayış tabiat içerisinde bir bölgenin inançsal ritüelleri gerçekleştirmek, doğaya şükran sunmak için özellikle seçilmesidir. Bu pagan sahalar belirli olmaları için sütun ve taşlarla desteklenmeleri haricinde çoğunlukla insan yapıları barındırmazlar. Kelt-Galya kültürüyle tüm kıta Avrupada ve Galatlar vasıtasıyla Galatyada (bugünkü Ankara, Çorum, Yozgat) pratik edilen bu Nemeton kültü Hristiyanlığın yaygınlaşmasıyla putçuluk kabul edilerek özellikle de Kuzey Haçlı Seferleri sırasında tahrip edilmiş ve yıkıntılarının üstlerine kiliseler dikilmiştir. Bu harekatlardan en meşhuru Batı Roma İmparatorluğu'nun çöküşünden sonra Avrupa'da ilk kez imparator unvanını kendine alan Şarlman tarafından yapılmıştır. Fransız Kral şimdinin Kuzeybatı Almanyasında yer alan Saksonların üzerine ordusuyla aralıklarla saldırmış, savaş esirlerini idam ettirmesiyle "zaferlerini" daha da tesirli ve korkunç hale getirmiştir. Cermen paganlığını Cermen hristiyanlığa devşirebilmesinde çıkardığı bu tip ölüm cezaları ve herkese vaftiz zorunluluğu getirmesi öncü rol oynamıştır. Neticede "bitaraf olmayan bertaraf olur".

Bu ahvalde ilgi çekici bir nokta var ki anlatacaklarımızı halihazırda bu sebeple dile getirdik. Fransız Kraliyet Günlüklerine göre 772 senesinde Şarlman ordusundaki askerlere çok ilginç bir şey yaptırır. İskandinav anlayışın evren ağacı Yggdrasil ile aynı kültürel kökten beslenen ve Saksonlarca kutsal kabul edilen Irmunsul sütunun yok edilmesini emreder. Irmunsul sütunu kaynaklarda epey yaşlı bir ağacın epey geniş gövdesi olarak geçer. Saksonlar bu ağacın Yggdrasil kültüyle özdeşik olduğuna inandıklarından onun yok edilmesinin evrene büyük bir zarar vereceğine, düzenin bozulacağına inanmaktaydılar. Bu devasa ağaç kalıntısını rivayete göre askerlerine 3 günde yok ettiren Şarlman, tebrik etmeliyiz ki onca kıyımdan sonra kendisini Avrupa'nın güçlü bir imparatoru olarak kabul ettirmiştir. Bir ağaç kalıntısından ve onun Evrene ilişik olması, ona saygı duyacak Homo Sapiens hayvanlarının kendi kudretine zeval getirebileceği ihtimalinden korkarak başarmıştır, çevresinde 'adamların' fır döndüğü bir imparator olmayı, hatta kendi anlayışıyla 'ölümsüzleşebilmeyi'. Verdiği ölüm emirleriyle ölümsüzleşebileceğini sanan tarihte yalnız o mu var sanki? Evet haklısınız, keşke 'bir dikili ağacı olanlardan' olsaymış da öyle ölümsüzleşseymiş. Zaten başka nasıl ölümsüzleşebilir ki? Düşündüm de haklısınız. Mevcut halde dikili bir ağacı savunarak da ölümsüzleşebilirdi.

Diyeceğimiz odur ki ağaçlar gölge, meyve ve oksijen vericilerden fazlasıdırlar. Her Dede Korkut hikayesinin sonunda dualarda doğrudan kişi hayatıyla özleştirilir ağaçlar. ('Senin ulu ve gölgeli ağacın hiçbir zaman kesilmesin') Bu kült kimi anlatılarda kahramanların göğsünden fışkıran ağaç imgeleriyle eşdeğerdir. Selçuklu türbelerine de oyulmuştur Hayat Ağacı sembolleri. Elbette hiçbir mezarlık, yatır da ağaçsız düşünülemez. Bu mekanlardaki ağaçlar bizi hayat ile ölüm arasındaki bir yerde bazı vaziyetleri an'lamaya meylettirebildiklerinden vardır. Bir zamanlar bedeni olan kişiler cismen toprağa karışır ve hemen yanındaki ağacın bir parçası haline gelirler. Onu topraktan alıp göğe götürebilecek olan yalnızca bir ağaçtır. Hatta şaman kültürlerde ölünün bir tabut içerisinde ağaca asıldığı bile vakidir. Ağaran, yükselen, ışıyan "ağaç" ruhu göğe taşısın diye elbette! Yani ağaçlar ne de çok şey demektir. Ağaç kültünün yerini 'eşref-i mahlukat' figürü alırken dahi bu figürlerin elinde keramet göstermek için taşıdıkları asalar 'ağaçtandır'. Ağaçlardan yapılan müzik enstrümanlarının da bir ruhu olduğuna çoğu kültürde rastlanılır. Unutmayalım ki "telli sazdır bunun adı, ne ayet dinler ne kadı".

Yerkürede hala belirgin bir şekilde görülen çaput bağlama geleneğine de bir uğrayalım. Ağaçların sadece meyve, gölge, oksijen verici olmadığı anlayışın yaşayan son anlayışlarından biri. Burada elbette birtakım kıstaslar vardır. Ağacın tek başına, ulu bir şekilde durmasının yanında uzunca bir süre daha orada duracağını belli etmesi gibi (insanlık onu yok etmezse). Zira ağaç figürü Homo Sapiens için kutsal olmakla beraber, sık ormanları ürpertici, riskli görülmüşler ve çoğu kültürde hem iyi hem de kötü ruhların yaşadığı yerler olarak görmüşlerdir. Yunan mitolojisindeki vahşi alanların, dağlık ormanların tanrısı Pan kendi isminden gelen akıldışı korku olan 'panik' sözcüğüne bizi işte böyle götürür.

İşte bu sebeple ulu, bilge, tek, yüce, yaşlı ağaçlar Yerküre toplumları tarafından daha fazla ilgi görmüştür. Evet, Kuzey Avrupa kültüründe uzunca süre saygıyla tapılan, kutsal kabul edilen Meşe Ağacı şimdilerde rahatça hayvanlığını kaybetmiş insanlar tarafından 'bypass yol' yapımı için hayat, evren ve her şeye rağmen yok edilebiliyor. Evet, insanlar ataları Homo Sapienslerin kutsal addettikleri bu ağaçları mazot dolu testerelerle yok edebiliyor. Diyoruz ya Yerküre toplumları derken sadece Homo Sapiens hayvanından bahsetmiyoruz diye. İnsan nezdinde ağaçlar fuzuli dikitler haline gelmişlerse onların yerine başka hayvanlar da yas tutabilirler. 1996 yılında Newburry yolu için kesilen Meşe ağaçlarının yanına koşarak gelen, manzarayı görünce çevrede yardım için dört dönen, polis atlarının şakaklarına sürtünerek onlardan medet uman ve sonrasında kaybolan iki vahşi attan haberiniz var mıydı? Buyrun buradan izleyin.

Nasıl avlanmadan önce hayvanlardan özür dileyen kültürler varsa (tarım ikliminde yaşamayan ve avlanmaktan başka seçeneği bulunmayan Altay-Sibirya kültürlerini baz alıyoruz) ağaç kesmeden önce de ağaçlar için ritüeller icra eden topluluklar da vardır. Çok uzağa gitmenize gerek yok Akdeniz Toroslarındaki 'Tahtacılar' bunların en iyi örneğidir. Salı günleri gibi kutsal kabul ettikleri vakitlerde asla ağaç kesmezler ve ormana gitmeden önce bunu ihtiyaçtan yaptıklarını belirten ritüeller gösterirler. Burada Suha Arın'ın 'Tahtacı Fatma' belgeselinden bahsetmenin tam da sırası. Ormancılığın ağır yükünü genç yaşta üstüne almış 12 yaşındaki Fatma'nın, 34 sene sonra kendi özeleştirisini de yaptığı röportajını da unutmadan elbette.

Kuzey Avrupada kutsal kabul edilen Meşe Ağacı, Güneydoğu Asyada İncir Ağacı olarak karşımıza çıkar, Orta Kuşakta ise bu kutsaliyetin taşıyıcılığını üstlenmiş başlıca ağaçlardan biri Dut Ağacıdır. Farsça aslı 'Tut' olan bu canlı bu coğrafyada olduğu kadar (bkz. Grek Mitolojisindeki Tispe ile Piremus hikayesi) Altay kültürlü iklimlerde de farklı manalarla bezenmiş, hak ettiği saygıyı görmüştür. Anadoluda yeni yapılacak evlerin doğusuna dut, nar, iğde, söğüt gibi ağaçlar dikilerek bereketin celp edildiğine inananları hala bulabilirsiniz. Evin ruhu olarak kabul edilen dut ağacı hayatı simgeleyen, evin mutluluğuyla doğrudan ilişik, bekayı gösteren bir öğe olarak tezahür eder. Bu sebeple dut ağacı bir 'direkten' çok fazlasıdır. Burada Barış Manço'nun 'Dut Ağacı' şiirinin bizi nasıl da çağırdığını, dut ağacının başka neler demek olduğunu duyuyoruz.
"Yıkılmadık ev bırakmadılar mahallede
Evlerle beraber bahçeler de yok oldu
Bir şu dut ağacı kaldı onu kesmeseler bari"
Ağaçlar üzerine sahi neden bu kadar çok konuştuk? Başka neyin üzerine konuşalım ki? Batı Roma İmparatorluğunun yıkılışından sonra ilk kez imparator unvanını alan Şarlman da konumuz oldu değil mi bir ara sahi? Ne alaka? Alaka kökünden gelip muallakta kaldık. Ağaç gövdelerine silahlı ordularıyla saldıran bir imparator. Niye? Çünkü biliyor ki o ağaçlar ne çok şey demektir. Maksadı inandığı din olan hristiyanlığı yaymak gibi görünse de yegane niyeti tek tip kültürlü halk yaratmak, farklılıkları yok ederek insanların yönetimini kolaylaştırmaktır. Üstüne üstlük ismini ölümsüz de yapmak istemektedir. Bunun uğrunda nice canlar bile almakta beis görmemiştir. Hem de müzakere etmeye çağırdığı Saksonları silahsız yakalayıp idam ettirecek kadar beis görmemiştir. Kendisi yok ettirdiği "kutsal koruların" üstüne ise klise yaptırarak vicdan temizlemiştir. Kötü biri olmadığına önce kendisini sonra da başkalarını inandırmak için. Size de tanıdık gelmedi mi? Hayır mı?

Bu coğrafyada uzun süreden sonra ilk kez Sultan unvanını taşımak isteyen biri mesela? Ağaç gövdelerine silahlı ordularıyla saldırsa örneğin? Çünkü bilse ki o ağaçlar çok şey demektir. Önünde artık pagan ayinleri yapılmasa bile altlarında oturulup nefes alınabilen yerlerdir. Hayat, evren ve her şey hakkında huzursuzca fakat mutlulukla düşünebileceğimiz yerlerdir. Daha da güzeli hiç kimseye haraç vermeden, izin almadan, hesap sordurtmadan Ay izleyebildiğimiz yerlerdir. İçimizi mümkün mertebe tertemiz hava ile doldurarak. Kulaklarımızı ise kuş cıvıltılarıyla. Gözünüzün önünde de şöyle birkaç kedi olsun hani. Düşünerek. Duyarak. Hissederek. Bütünleşerek. Kısacası pagan kültür ne anlama geliyordu ve ne kadar geçmişte kaldı? Bu kültürün maksadı ruhu gülümsetmek ise ruhlarımızın gülümsediği yerler hala 'kutsal korulardır'. İnsan eliyle şekillendirilmemiş her hüdayinabit ağaçlık saha başka bir insan yapımına ihtiyaç duymadan kutsal korularımızdır. Onlar bizim ruhumuzu korur. Bizim onları korumamız karşılığında. Korumak kökünden gelerek.

Ağaçları kesenlerin maksadı inandıkları sermayeci AVM dinini yaymak gibi görünse de asıl niyetleri tek tip tüketim kültürünü yaymak, oturup soluk alma gayretindeki huzursuz fakat mutlu sayılabilecek farklılıkları yok etmek, yönetimlerini kolaylaştırmak, kendi isimlerini ise ölümsüz yapmaktır. Bunun uğrunda nice canlar bile almakta beis görmezler. Müzakereye çağırdıklarını ise tutuklatırlar. Belki sokakta nasıl öldüğünüzün video görüntüleri sehven silinir. Bir başkası çıkıp taş atmışlar der. Fakat olsun. Ne de olsa "Oradan bir ses geldi cami yapacağız dedi. Evet cami de yapacağız." O kutsal koruların yerine ya kilise ya cami dikiverirsiniz olur biter. Ölüm emirleri saçarak kendinizi ölümsüzleştirme beyhudeliğinizi böyle basitçe "aklarsınız". Bir dikili ağacınız dahi olmadan. Yeşil kesen, baş kesmiş kabulünden olurmuş. Hani nerede? 'Kahtı rical' denen meşumluk demek böyle yol açıyor tabiat ile onun hayvanlarının kahtına. Ne yazık.

Bu yazı Ethem Sarısülük'ün anısına atfen yazıldı. Güle güle Homo Sapiens.

29 Mayıs 2013 Çarşamba

Wish You Were Here (Çeviri Değildir)

Ne iyi...

Demek...
Demek tarif edebiliyorsun...
Behişt'i cehennem tabanlarından
En deniz gökleri acıları'n içinden

Peki tarif edebilir misin yemyeşil bir kırı da
Buzdan demirlerin yüzeyinde yapı'şıkken?
Yahut bir peçenin ardındaki saklı gülüşü
Ne dersin sen'ce ifade edebilir misin?

Yoksa seni de o takasın eşiğine getirdiler mi
Hayaletleri için özündeki ervahı verdin mi?
Yakış'ıklı küllere peki ağaçlarını verdin mi?
Sıcak 'havaları' için ser'ince gelen esintileri?

Buzdan avuntuları için mesela değ'işimi?
Hepsini geçtim söyle gerçekten yaptın mı?
Bu gayenin çorbasında tuzumuz olsunları
Tuzu gayet kuru'msallıklara değiştin mi?

Nasıl isterdim! Fakat nasıl!
Şimdi işte buracıkta olmanı!
Sade'ce iki 'dalıp gitmiş' canız
O saydam fanusta yüzdürülen!

Geçen olanca yılmış işte onlara soralım
Aynı aynı temellere hiç kat'lanamazken
Nihayetinde sahi ne bulurmuşuz baş ucumuzda?
Bana bile hatalı hissettiren: aynı bayat korkuları

Nasıl isterdim ama şimdi burada olmanı

Wish You Were Here

19 Mayıs 2013 Pazar

Ölüm, Yaşam ve Türkçe

Benzer hatta aynı kavramlar birden çok kelimeyle ifade edilebilir.

Kelimeler bazı anlamlara gelmiyor olsa bile, insanın baştan beri çabası budur: İletişim güdüsü yüksek bir canlı olarak meramını en ongun şekilde aktarabilmek. Fakat özellikle iki kavram üzerinde uğraşmıştır kişioğlu. Her kültürün tarih boyunca öylece bakakaldığı iki kavram üzerinde. Daha ötesini yapmak elinden gelmemiştir zira. Elbette 'Ölüm' ve 'Yaşam' kavramlarından bahsediyorum.

Her yaşayanın değeri aynı tutulmadığı üzere ölenlerin kıymeti de bir tutulmamıştır. Bu sebeple özünde aynı gözüken durumları farklı şekillerde ifade etme arayışına girmiştir insan. Her lisan için böyledir bu. En basitinden aynı koşullarda ölmüş kimi bireyler şehit kimileri ise leş olur. Kime göre? Taraflardan her ikisine de göre ancak kendi lehlerine. Bu durum her kültürde aynıdır. Viking Mitolojisi dahil. Fakat Türkçe'yi bu çeşitlendirme konusunda fazlasıyla keyifli bulduğumu belirtmekte fayda var.

"1873 yılının Şubat ayında İstanbul'da dünyaya geldi."

Mecazımı hoş görürseniz bir yere varmak istiyorum: bazı insanların dünyalı olmadığına. Dünyaya sözcüğünün barındırdığı yönelme hal eki "a" zaten vücut bulmuş bir canavarın buraya sonradan geldiğini ifade ediyor benim gözümde. Canavar sözcüğünden de yüksünmeyin sakın. Ne demek oluyor insan'a canavar demek, demeyin. Can taşıyan demektir alt tarafı. Bu sözcük başta tüm can taşıyanları kapsarken bir süre sonra yalnız vahşi hayvanlar ve fizikötesi ögeler için kullanılır hale gelmiş. Açıkla derseniz sanıyorum ki 'o da can taşıyor yazık' tümcesindeki türcü yaklaşımla alakası olacak. İnsan kendisini diğer canavarlardan ayırmak istemiş olabilir. Yani hayvanlar söz konusu olduğunda "o da yürek taşıyor, o da ruh taşıyor" tabirini duymayız. Bu sebeple aynı taşıma (aver) kurgusuyla oluşturulan yürek taşıyan anlamındaki 'Dilaver' sözcüğünü çocuklarımıza vermeye devam ederiz. Anlamca neredeyse aynı olmasına rağmen çocuğunuza 'Canavar' ismini verdiğinizi düşünsenize. Ne diyordum? Benzer hatta aynı kavramlar birden çok kelimeyle ifade edilebilir. Fakat yarattıkları etki aynı olmayacaktır.

Biraz geri gidelim. Dünyaya gelmek denildiğinde aklıma takılan bir soru var. İnsan dünyaya ne zaman geliyor? Yani nihai bağlamda ne zaman diye kast ediyorum. Kimseyi anne karnından çıkmadığı sürece dünyaya gelmiş saymıyoruz. Öyle ise dünya neresi oluyor? Hatta dünya nedir? Bu soruları sormaya başladıysak etimolojiye koşacağız. Arapça bir sözcük olan dünya aşağıda olan, alçak olan kökeninden gelir. ('Yer' ve yermek ilişkisinin düşünün) Aynı kökten denaet sözcüğü de çalar kapımızı. Alçaklık, rezillik manalarında. Olmazsa olmaz 'erbab-ı denaet' diye bir kavram da vardır ki 'en rezil, en alçak kimseler' için kullanılır. Yahut kullanılırdı. Bunları ne diye söyledik? İnsanın nasıl bir yere geldiğini anlatmak bağlamında sanırım. Dünyaya gelirken. Fakat bir de dünyadan gider olmuşken kalanlara selam eden Yunus Emre vardır ki o başka bahistir. Onun selamını almayana aşk olsun.

Bu beylik mecazdan devam edecek olursak, insan alçaklığa geliyor diyebiliriz. Olgunlaşınca da (Yunus Emre gibi) ondan gider oluyor. Yani alçaklığın yerlisi demeli miyiz onlara yoksa dememeli miyiz? Bu yazı buradan devam ederse çok karışır. Fakat bu saplantımızdan çok sakınca da çıkmaz. Evet. Öyleyse devam. Diyelim ki insanların bazısı dünyaya (alçaklığa) bir yerlerden geliyor. Buralı sayamıyoruz onları. Bu doğru mu? Sanırım. Fakat böyle kabul etmek bizim hüsnütelakkimiz de olabilir. Bazı kişilerin 'hayat, evren ve her şey'e karşı takındığı akıl almaz tutumları anlayabilmek adına çıkardığımız bir hüsnütelakki bu. İnsan davranışının kötücüllüğünü açıklamak niyetiyle. Niye? Neye? Nesne kalmasın diye gönlümüzde. Sanıyorum ki.

Beşerin haleti ruhiyesi basittir. Zaten beşer, etimolojik olarak et bulmuş demektir. Basur bile aynı kökten gelir. Et parçası kökeninden. Palazlanan et parçasıdır işte. Kimi insan gibi. Halihazırda durumumuzu arz edecek bir makamın tedariki icap ederse şunu da söylemek gerekir ki "yumru, yumurcak" sözcükleri de basur gibi ur, tümör anlamlarını taşır. Bunun konuyla alakasını "henüz" muallakta bırakarak salığımıza yol verelim. Ne diyorduk? Et bulmak. Et parçası. Bunun zaten iyi bir şey olmadığını yaklaşık bin yıl arayla yaşamış iki beden dile getirmiş. Gelin onlara kulak verelim.

"Kişioğlu hayvanları katletmeyi sürdürdükçe birbirini de katletmeyi sürdürecek. Olayın özü gayet açıktır ki acı ve cinayet eken, neşe ve sevgi biçemez." Pisagor

"Bir zaman gelecek ki kişioğlu şimdilerde insan katliamına nasıl bakıyorsa aynı gözle benim hayvan katliamına da bakıyor olduğumu anlayacak." Leonardo da Vinci

Algımız hazır sıcakken yeridir söyleyelim, "beşer - et" ilişkisi Latincede de vardır. "In+carnare" etten yapılmak manasına gelir. Belki tanıdık gelmiştir. Fransızcadan "Re+enkarnasyon" türevi girmiştir Türkçeye. Yeniden et bulum manasında gelir. Karnivor, 'etobur' da bu köktendir. Yeridir diyerek şunu da söyleyelim, dilimize Fransızcadan önce "ruh göçü" kavramı Arapçadan gelmiştir. Tenasüh kelimesiyle. Kelime de 'nüsha' kökünden doğar. 'Aynı' ruhun yoluna devam etmesi bakımından. Eğer reenkarnasyonun etimolojisinden hoşlanmadıysanız bunu seversiniz diye söyleyeyim dedim. Hem bahsimizle o kadar alakasız sayılmaz. Bazı kalıpların dışına çıktığımızda bunu söylemiş olmamız daha bir anlam kazanacak.

Ancak durup bir soluk alalım. Hatırlayalım. Biz çok başka konulardan dem vuruyorduk. Demliğimiz tabiri caizse devrileyazıyor. Durumu biraz toparlayalım. Beşerin haleti ruhiyesi basittir, kısmında kalmıştık. Çok doğru bir önermedir. Kendi özünde ne eksikse insan onu gösterme ilkelliğindedir. Yani dünyaya sonradan gelenler, alçaklığa düşenler, buranın yerlisi olmayanlar bunu sindiremiyor olmalarından ötürü en yerli kendileri gözükmek isteyecektirler. Ne var ki salt art niyetleriyle yorumladıkları bu "yerli" oluş, dünyayı "yer" bitirir olmakla sınırlı kalır. İşgal etmek, yemek, tüketmek, bitirmek onların yegane eylemine dönüşür. İnanırlar ki bunları yaptıkları sürece bu gezegende en yaşama hakkına sahip, en istediğini yapma hürriyeti taşıyan, kısacası en 'yerli' onlardır. Halbuki biraz ayakları Yer'e bassaydı işte o zaman yerli olurlardı. Ne yazık! Ne yazıktır ki gözlerini yumuyorlar: böyle bir tutumun sonucu ancak ve ancak herkesin yenilgisi oluyor. Evet herkesin. Senin, benim, bizim, onların.

Göz yummak demişken bazısı da 'hayata gözlerini açıyor'. Büyük meziyet. Evet. Gelir gelmez gözünü açmak, açgözlü olmak. Kendi yarattıkları ilahlara, paraya, güce tapanlar bu süre zarfında tüm olanlara gözlerini yumuyorlar. Ne var ki onların yaşananlara bu göz yumuşu başka insanların hayata göz yumuşu bedeliyle ödeniyor. Evet. Kendilerine oyalansın diye atılan yumakların altında kalmış insanlar yumru yumru olup açgözlü beşerden yumruk yiyorlar. Yumru, yumurcak sözcükleri de 'tümör, ur' manalarına geliyor demiştim hatırlarsanız. Bakın yazımıza bu sefer muallaktan kurtulup alakalı bir yerden buyurmuş oldular. Basur ile aynı etimolojiyi paylaşan beşer yani insaniyet yine kendisine attığı yumruklarla insanlık varlığını yumru yumru ediyor. Demem o ki beşer yine kendinin basuru, yumrusu, tümörü, uru, kanseri oluyor. Yummak, yumru, yumurcak, yumruk hepsi aynı 'yum' kökünden türemedir. Toplanmış, büzülmüş, sıkılarak kapalı hale getirilmiş hususları ifade eder. Demem odur ki yumruklarla bizi sıktıkça sıkıyor daha kapalı hale getiriyor, bizdeki yumrulara sebebiyet veriyorlar. 'Böylece bizi bir kere daha tutup yumrukluyorlar.' Yumrukla kalsak iyi diyorum ya bazılarımız hayata göz yumuyorlar. Ben değil Türkçe uyarıyor, yaşananlara göz yummanın neticesi hayata göz yummaktır.

Çok mu umutsuz gidiyor bu yazı? Durun toparlayalım vaziyeti. Biraz da başka türlü insanlardan söz edelim. Hayata ürkekçe adım atanlardan örneğin. Sırra kadem basana değin. Yeri geldi madem, kadem Arapça ayak demektir. Hayata bir adım ile başlangıç yapar, biraz emekleme, azıcık koşturma, nihayetinde son bir ayak atımıyla sırra kadem basar kimisi. Bunu yapan insanlar bence doğuyorlar. Evet çok şükür ki bazı insanlar her şeye rağmen doğuyorlar. Doğuyor olmalarından geliyor bütün doğallıkları. Onların salt varlıklarıyla dahi rahatlayabiliyoruz. Yıkılmışlıklarımızdan silkinip doğrulabiliyoruz. Evet gülümserken doğal olan insanlar bence doğuyorlar. Yaşamımıza. Abartmak gibi olmasın fakat umutlu yarınlara gebe olasımız dahi geliyor onlarla.

Kişinin hep peyda olmasından bahsettik. Farsça bir sözcük olan 'peyda' anlam olarak zuhur etmek, görünmek manalarını taşır. Karşımıza çok çıkmamakla beraber "kimden peydahladın bunu" biçimindeki meşum fakat bir o kadar da meşhur bir soruda varlığını sürdürür. Değinmediğimiz bir o kalmıştı. Ona da değindik. Güzel oldu. Çünkü kişinin hayat bulmasından (ne güzel bir kalıp, insan çünkü kendi bulduğunun değerini bilmeye daha yatkındır) hayatını kaybetmesine doğru bir geçiş yapacağız.

Kimisi için hayatını kaybediş vefa borcudur. Yerküre'ye ettiği teşekkürdür. Bedenini geri sunmaktır. Kalıbı dinlendirmektir. Bu yüzden onlar vefa kökünden gelerek vefat ederler. (can borcunu ödemek tabirini düşünün) Tenasüh (ruh göçü) kavramından bahsederken "bazı kalıpların dışına çıktığımızda bunu söylemiş olmamız yine anlam kazanacak" demiştim. Evet 'kalıbı dinlendirmek, kalıbı değiştirmek' şeklinde ölüm bildiren iki 'kalıp' da vardır Türkçede. Bazı tarikatların inancında insan ruhunun tek bir kere beden bulmayla pişmeyecek kadar çiğ olduğu inancı vardır. Kalıbı dinlendirip ruhun yola devam etmesi gerekir. Ruhlar gibi biz de yolumuzu devam edelim. Ölümden söz ediyorduk.

Kimisi rahmetli olur. Yani merhum. Manası kucaklanmış, affedilmiş, bağışlanmış. Ne güzel ilişki kurulmuş. Durum gayet net. Kişi toprak tarafından yeniden kucaklanmayı umut ediyor. Gelinen yere dönmek durumu var. Geldiğimiz yer neresi ki? En basit haliyle yanıtlayalım: anne rahmi. Etimolojik olarak 'kucaklayan, şefkat' gösteren manalarındaki rahim kökü anne rahmi için de geçerlidir. Hatta bana sorarsanız en hak ederek onun için geçerlidir. Ölünce bile anne sıcaklığında kucaklanma, şefkat görme arzumuz da buradan geliyor herhalde. İki rahim arasında mekik dokuma isteğimiz. Merhum olmak çok da kötü değil öyleyse.

Fakat kimisi ne merhum olur ne vefat eder. Bu dünyadan göçer gider. Kuş gibi bir gidiştir bu. Kuş gibi gitti tabiri kimseye rahatsızlık vermeden ölüp giden kişiler için kullanılır. Haliyle daha çok yatağa düşmeden ölen yaşlılara yaraştırıldığı görülür bu tabirin. Yaşlılar kendilerine yaraştırır mıydı soramadığımızdan bilmiyoruz. Ne diyordu Yunus Emre, "yalancı dünyaya konup göçenler, ne söylerler ne bir haber verirler." Yunus Emre demişken, elbette bazısa da Uçmak'a gider. Yunus Emre dizelerinde cennet yerine bu sözcüğün kullanıldığı da görülür. Uçmağa varmak. Bazısı bunu eski inançta tinin (ruhun) ölünce kuş biçiminde göğe 'uçarak' yükseldiğiyle bağlantılı olduğunu söylerken kimisi Soğd kültüründen alınma cennet mefhumu 'Uştmak' ile ilişkilendirir. Onlar ilişkilendirsinler de gelin bakın ne diyorum ben, kimisi tam şu anda demir alıyor bu limandan, bazısıysa ebedi uykuya intikal ediyor, emr-i Hakk'ın vaki olduğu da var kimisince, ruhunu teslim eden de elbette, fücceten terk-i diyar eyleyen bulunduğu gibi, son yolculuğuna kendi isteğiyle uğurlanan da. Ne yazık ki başkalarının isteğiyle yolcu çıkan da. Bedhahlara göz yumulduğundan birileri hayata göz yummuyor mu, buruk bahsimiz biraz da bundandır işte. Uğurlar olsun.

Sıra geldi kötü ölüm tabirlerini ele almaya fakat zerre kötü niyet taşımadan. Türkçeyi şenlik yeri olarak buluyorum bu konuda. Belirtelim ki şenlik 'bayındır, mamur' olan yer demektir. Yani imar edilmiş olan. Yerleşik hayata dair kavramların olumlu anlamlarla (şen olmak) örtüşüyor olması toplumların yerleşik hayatın huzurunu kutsamasıyla alakalıdır. Onu bırakalım da hadi buyrun buradan yakalım: Nalları dikmek, tahtalıköye gitmek, cavlağı çekmek, mortlayıvermek, cızlamı çekmek, eşek cennetini görmek, postu deldirmek, topu dikmek, cehennemin dibini boylamak, kuyruğu titretmek, defteri dürülmek... İnanın bu kadarı yeter zira liste hayli uzuyor Türkçede. Hepsinin kurguları da gayet net duruyor diye düşünüyorum. Yine de birkaç not iliştirmemiz gerekirse, 'cavlak' sözcüğü 'çıplak' türevidir, cızlam ise argoda sıvışmaktır. Kuyruğu titretmek, hayvan ölümlerine bir göndermedir. Köken olarak karışıklık yaratabilecek tek sözcük en masum gözükeni: 'mortlamak'. Mortlamanın, Hint-Avrupa Dilleri kökenli olduğunu belirtmekte fayda var. Türkçede mortlamayı ayrıca kedinin ulaşamadığı ciğere sesleniş biçiminden biliyoruz. Evet mundar. Aslı murdardır. Ses değişimine uğramış bir sözcüktür. İngilizcedeki 'murder, immortal, mortuary' sözcükleri de buradan gelir. Kıssaden hisse diyelim: Mort, kötü ölümlerde doğabilecek bir ses yansımasından yahut mor'armak kökünden gelmemiştir.

Yukarıda zikrettiğimiz ölüm tabirlerinin arasından benim için ipi açık ara farkla göğüsleyen 'cehennemin dibini boylamak'. Kullanılan 'boylamak' fiili beni gülümsetiyor zira. 'Boy vermek' tabirini yaygın bir şekilde bilinen hayatın başladığı denizler dahilinde kullanıyorken aynı zamanda hayatın en berbat sona eriş metaforu için de kullanıyor oluşumuz şahsen garipliğiyle hoşuma gidiyor.

Kötü ölüm bildiren kelamlardan bir tanesinin eksikliğini hissetmiş olabilirsiniz. Merak etmeyin şimdi geliyoruz. Maksat onu ayrıca irdelemekti. 'Gebermek'. Daha çok duyduğumuz şekillerde 'geberip gitse umrumda olmaz' yahut 'geberesice'. Hiç sordunuz mu kendinize bu sözcüğün anlamı nedir diye? Hani başta sorguladık ya insan dünyaya ne zaman gelmiş olur, dünya neresidir diye? Şimdi şunu soralım: İnsan ne zaman geberir? Hangi ölümler gebermektir?

Yapayalnız, kimi kimsesi olmadan, kötü koşullarda, umursanmadan, savaşlarda, ters yerlerde vuku bulan ölümler gebermektir. (etimolojik olarak) Bu sebeple insanlar birbirlerine ilenirken ölesice demekten çok 'geberesice' der. Anlam olarak gebermek, 'kabarmak' sözcüğü türevidir. Özünde 'şişmek' manasını taşır. Fakat kabarmaktan ayrı olarak gebermek tamamen olumsuz bir manada sabitlenmiştir. Yağmura doyunca şişen tahtaya geberdi değil kabardı deriz. Öldüğünde umursanmayacak durumda olan, sevilmeyen, uygun muamele görmeyen (gömülme-yakılma), ölümün kötü yerde geldiği kişiye ise geberdi denir. Açıklamak gerekirse de mantığı basittir. Bu koşullarda kalan ölü bedenler şişme eğilimi gösterirler. Hele mekan da el verirse (sıcak, nemli) iç gazlardan ötürü ölü bedenin patlaması dahi mümkündür. Bunu da belirttiysek 'geberesice' şeklinde yapılan kargımanın ne kadar meşum olduğu daha iyi anlaşılıyordur diye sanıyorum.

İmkan varken kabarmaktan bir adım geriye de gidebiliriz belki. Ulaştığımız yer gayet açık olarak 'kaba'. Öyleyse kardeş sözcüğü olan gebermek'in de kökeni de aynı geri adımla 'gebe'. Lisanlar böyledir işte. Kişiye uyarı mahiyetinde tutumları olabilir. Ne demiştik? "Abartmak gibi olmasın fakat umutlu yarınlara gebe olasımız dahi geliyor." Türkçe bana sorarsanız bu şekilde umutlu yarınlara gebe olan hayatlara bir yerlerde çok kötü ölüm biçimlerinin varlığını da unutmamasını hatırlatıyor.

Gebe sözcüğüne kadar girdiysek onu da kurcalayalım madem. Dediğim gibi yaşam ve ölüme dair kelimeler, deyimler, kalıplar her dilde bolcadır. Buna hamilelik süreçlerini de katabiliriz. Çünkü toplum hamilelik olgusunu da farklı farklı değerlere bindirmiştir. Gebelik durumunu anlatmak için seçilen kelimeler her dilde belli aralıklarla kendini yenileme eğilimi de göstermiştir. Bunda bir süre sonra o sözcüğün cinselliği çağrıştırması etkisi de var. O yüzden basit kelimelerden "iki can taşıyor" (eating for two) şeklindeki güzellemelere kadar yol katetmiştir bu süreç. Bu dediğim her dil için geçerli olsa da Türki dillerde gebelik belirten fazlaca sözcük olduğunu da söyleyebilirim. Ayrıntılı bilgi için şu makaleyi önereceğim.

Biz de burada hamilelik sözcüklerinin hepsini değil fakat meşhurlarını kurcalayalım. Hamile sözcüğü ile başlarsak, hamil sözcüğünün dişilidir. Hamil sözcüğü 'taşıyan, elinde bulunduran' manalarına gelir. Hamal ile aynı kökten geldiğini de söyleyelim. Sebebi şudur ki çoğu dilde gebelik 'yüklenme' ile özleştirilmiştir. Türkçede kullandığımız 'yüklü', İngilizcedeki 'heavy with child' yahut 'gravidus' (Latince gravis -yük- kökünden gelir) en temel örnekler. Gebe sözcüğünün yani şişkin olmak durumunun alakasını sorarsanız ise dil kurgulanımının çok eski zamanlarına uğramamız gerekir. Şişen, kabaran varlıkların 'dolu, yüklü' olduğu varsayımı tarihin başından beri mevcuttur. Doğada şişip kabaran, dolgunlaşan varlıkların (meyve, ekin, su yatağı) 'dolu, yüklü, değer taşıyor' olduğunu düşünürsek bu kurguyu kolayca ayrımsarız. Benzer bir ilişki için tulum sözcüğüyle ona bağdaşık dolmak köküne de göz atmalı.

Bu arada gebe'nin kardeşi kaba sözcüğünün 'kapsamak' ile aynı etimolojiye dayandığını söyleyerek daha fazla yol alalım. Bunu belirtmekle şişmek-gebelik-kapsamak ilişkisi daha net görülüyorsa bunun Türkçe ile de sınırlı kalmadığını ifade edelim. İngilizce ve Fransızcadaki, Latince kökenli hamilelik bildiren 'enceinte' sözcüğü iyi bir örnek olacaktır. Çevrelenmiş, çembere alınmış (bir bağlamda kapsanmış) köklerine dayanır.

Bunları ayrıntılarıyla yazdım ki gebermek gibi meşum bir kelime yüzünden gebe gibi umutlu bir sözcük kimseye 'kaba' gelmesin. Gebe ve kaba sözcüğü kardeş sözcüklerken 'kaba' tabirini elbette bilerek kullandım. Çünkü daha söylenecekler var. Olumlu etkisinin yanında bir yandan da şişkinliğin, dolgunluğun aşırısı kişioğlunu rahatsız etmiştir. Ona 'kaba' gelmiştir. Doğadan gidelim yine: abartıyla şişen, genişleyen canlılar bunu tehdit mahiyetinde yaparlar. Yahut haddinden fazla "kabaran" su yatakları felaket getirirler. Bu yüzden kişioğlu bilinçaltında fuzuli şişkinliği olumsuzlukla özleştirmiş olacak. Bir yandan da tümör, ur, yumru gibi durumlar var. Bu sebeple insan beğenecek yan bulamadığı, baştan savma, pestenkerani durumları da 'şişirme, doldurma, kaba, gebeş' diye mimlemiştir. Yine başka dillerden örnek verecek olursak: manası basbaya 'şişirme' olan 'enflasyon' sözcüğüyle başlayabiliriz. Türkçeye Fransızca hali geçmiştir fakat aslı Latincedir. Aynı kökten İngilizce 'inflated' şişirilmiş, gereğinden yükseklere çıkarılmış anlamlarında kullanılır. Abartılı manasına gelen 'turgid' de şişirilmiş demektir. Süslü, gösterişli, mübalağalı manalarına gelen 'bombastic' de yine şişirme köküne dayanır.

Tüm bu alakasız gözüken unsurları tek bir yazıda ne diye ve nasıl mı topladık? İnanın ben de tam anlayamadım. Tek bildiğim bir tarihçi olarak 11 Mayıs 2013 Reyhanlı Patlamaları'na da değinmek bu şekilde tarihçi vazifemle tarihe not düşmek arzumdu. Bu çırpınışım esnasında lafügüzaf ettiysem mazur görün. Fakat iki halkı birbirine düşürmek için yapılan 'şişirme' bir yöntemin pestenkeraniliğine değinmek istedim: tahrik. Yani hareketlendirmek. Ortalığı karıştırarak. Yahut pro-vokasyon. (vokal, voice, vowel aynı köktendir) Yani birilerini öne çağırmak. Bu birileri ise malumu ilan etmeye gerek olmasa da: yumakların altında kalması beklenen bizler oluyoruz. Kusura bakmayın kalamayız, acımız ne kadar çoksa karnımız da o kadar tok.

Anlatmak istediğim paraya, güce tapan erbab-ı denaetin olan bitene gebeşçe göz yumarken hayata göz yumanları umursamamasıdır. Meramımı tam anlatamadıysam da bir ara Pisagor yardımıma koştu ya ondan rahat sayılırım. "Olayın özü gayet açıktır ki acı ve cinayet eken, neşe ve sevgi biçemez."

Yükümüz şişkin, birileri bizi gebertmek de istiyor. Vaziyet buyken gözlerimiz çok kapanmamalı. Ancak umutsuzluğa kapılıp neyi kurtarsak kardır diyerek açıkgözün teki olup da çıkmamalı. Doğadaki şişkinliğin azı nasıl bereketsizlik fakat fazlası sahtekarlıksa bu konuda da bir ara yol bulunmalı.

Gebertmek isteyenlere inat umuda gebe yarınlar dileğiyle.

18 Nisan 2013 Perşembe

Rüzgar Eken Fırtına Biçer

'Şundan ki yel eken kasırga biçer' (Kitab-ı Mukaddes, Hoşea 8:7)

Türkçe deyim ve atasözleri söz konusu olduğunda fazlasıyla çelimli bir dil. Sosyo-kültürel sebepleri üzerinde uzunca durulabilir. Bana sorarsanız çok temel iki nedeni var:

1-Sözlü edebiyatın kültürde başat olması
2-Türkçe eriminin geniş alanda yayılımı

Birinci etmen yaşlı, ata, dede kültürünün önem taşımasıyla da ilişkin. Kalıp sözler yaşlılığın, bilgeliğin, görüp geçirmişliğin bir simgesi babında kendini gösteriyor.

İkinci etmense dediğim üzere Türk kültürünün geniş bir coğrafyaya yayılmışlığı. Birçok kültürle alışverişe girmiş, türlü alfabe, sayısız dilden sözcük, pek çok din benimsemiş bir yapının bu zenginliği gayet doğal. Bir taşla iki kuş vuracak bir tespit bile yapalım. Hiçbir kuşa kıymanın manası yokken neden bir taşla iki kuş vurduğumaysa yazının sonunda döneceğim.

Türkiye'yi duymuşsunuzdur. Karadeniz'in kuzeyine kurulu genişçe bir ülkedir. Soylu sınıfı hala tartışılan bir hamleyle Musevilik'i benimsemiştir. Nihayetindeyse Vikingler'in akınlarıyla zayıflamış bir süre sonra da bölgesel Rus beylerinden bitirici darbeyi yemiştir. Hayır, paralel bir evrenden bahsetmiyorum. Sadece Orta Çağ üzerine konuşuyorum. Evet Türk Kültürü'nün hem çeşitliliği hem yayılım alanı açısından oldukça iyi bir örnektir Hazar Kağanlığı. Karadeniz'in kuzeyini 7. ila 11. yüzyıllar arasında mesken tutmuşlardır. O zamanlarda halen Anadolu'ya hakim olan Bizans kaynaklarında bölge Türki unsurlardan ötürü Türkiye (Tourkia) olarak anılır.

Bu örneği vermemin sebebi hem fikir teatisi yapmak hem de aristokrasi sınıfı Kitab-ı Mukaddes'i okumuş (olması beklenen) haliyle de Türkçe'de belki de "yel eken kasırga biçer" sözünü severek kullanmış bir topluluğa değinmek. İlk oldukları söylenebilir mi? Hiç sanmıyorum. Hoşea Kitabı, Hristiyanlar tarafından Eski Ahit kabul edilse de Kitab-ı Mukaddes'in bir parçasıdır. Taraflarınca okunur. Musevi Hazar soylularından önce muhakkak Hristiyan bir çevrede Türkçe olarak "yel eken kasırga biçer" lafı edilmiştir diye tahmin ediyorum. Kurcalanırsa daha erken dönemlere de gidilebilir. Tarihi bulgular saptırılmadığı sürece fazlasıyla kurguya açık bir bahis.

Her neyse, tüm bunları dilegetirdiysek bir yere varmak maksadıylaydı. 'Yel eken kasırga biçer' biçimi etimolojik olarak tamamen Altay kökenlidir. Osmanlıca unsur barındırmaz. Büyük ihtimalle Hazarlar buna benzer bir biçimde yorumlamıştır. Kulağa hoş geliyor. Ancak kurgusuyla beni büyüleyen hali Anadolu Türkçesinde kullanageldiğimiz şeklidir. Hepimizin bildiği üzere, "rüzgar eken fırtına biçer". Anadolu Türkçesine de bu sözün nasıl girdiği, yaygınlaştığı uçsuz bucaksız bir deniz gibi. Bunu hayal gücünüze bırakıyorum. Fakat şuna şüphe yok ki son hali 17. yüzyıldan erken olamaz. Çünkü Farsi kökenli rüzgar sözcüğünün Türkçe'de yel anlamı kazanma mazisi daha öncesine gitmez.

Daha önce de dilegetirmiştim. Rüzgar sözcüğü Farsça'da "zaman, çağ, kısmet, dünya" manalarına gelirken Türkçede gün'ün yaptığı, getirdiği manalarıyla mecazi bir şekilde 'yel' anlamını kazanmıştır. Fırtına sözcüğü de aynı şekilde bir o kadar ilginçtir. Türkçe'ye, 16. yüzyıl süresince denizcilik terimlerinden fazlasıyla beslendiği İtalyanca'dan geçmiştir. Aslı fortuna'dır. "Kader, baht, şans, kısmet" manalarına gelir. Latince kökenlidir. Gayet açık olduğu üzere İngilizce 'fortune' da kendisi olur. Peki nasıl oluyor da "kader, kısmet" manalı bir kelime Türkçe'de kasırga anlamına dönüşüyor? Fortuna'nın ayrıca "acil durum, kötü iş" anlamları da vardır. Mantıki kurgusu da eski insanların başlarına gelen kötü işleri, fenalıkları Tanrı'nın düzenlediği kısmetin, kaderin parçası olarak görmelerinden gelir. Benzer bir ilişki için (bkz: kaza).

Fortuna'nın Türkçe'ye kısmet, kader, baht manalarıyla geçmesi gayritabii olurdu. Zira böylesine inanç yoğunluklu kelimeler dönemin şartları gereği İtalyanca'dan Türkçe'ye kolayca geçemezdi. Buna ek olarak Türkçe'de bol olan "baht, yazgı, talih, kısmet, alın yazısı, kader, takdir-i ilahi, felek" sözcüklerine bir yeni ifadenin daha arandığını sanmıyorum. Bunun yerine İtalyan denizcilerinin kullandığı "denizde gelen kader, yazgının getirdiği" manası benimsenmiştir. Yazgıdan doğan deniz kazası'nı getirenin de ancak kuvvetli kasırgalar olduğunu ayrımsarsak hayranlık uyandırıcı bir ilişki açığa çıkar. Ne var ki bununla sınırlı kalmaz. Bahsimiz "rüzgar eken fırtına biçer" biçimiydi "yel eken kasırga biçer" değil.

Değindiklerimin nereye varacağı, neden bu sözün Anadolu Türkçesindeki haline hayran olduğum anlaşılmıştır diye tahmin ediyorum. "Rüzgar eken fırtına biçer" sözü kurcalarsak "günün getirdiğini eken yazgının getireceğini biçer" manasına gelir. Tahminimce neredeyse her kültürde bulunan bu söz en etkileyici biçimlerinden biriyle Anadolu Türkçesindedir.

Bu arada bize hiçbir zararı olmadığı halde bir taş vasıtasıyla kıydığımız iki kuş vardı. Buna da yazının sonunda geleceğimi söylemiştim. Bu söz de en az 'yel eken kasırga biçer' sözü kadar geniş bir alana yayılmıştır. Araştırın muhakkak her dilde bir türevini bulacaksınız. Ne var ki kökeni 'yel eken kasırga biçer' kadar açık değil. Kimi kaynaklar antik Çin kıssalarına kadar uzanırken bazıları Yunan Mitolojisi'nden İkarus ile babası Daidalos'un ilk labirentten kaçış öyküsünü işaret ediyor. Ufak farklılıklar da var. Bazı kültürlerde "tek taşla iki kuşu öldürmek" olarak geçerken Türkçe gibi bazıları ölüme değinmiyor. Bazılarında ise kuşlara hiç kıyılamadığından söz 'tek vuruşta iki sineği benzetmek' biçimine dönüşüyor. Bana sorarsanız da bu, çok şey anlatıyor.

22 Mart 2013 Cuma

Ve Tabiî Dudakdeğmez (Lebdeğmez)

Gerçek "aşıklar" bir illetin ıstırabını çekerler. Dudakdeğmezlik. Ne vazgeçebilirsin, ne kurtulabilirsin. Kanatan aşkların sevdasında ne denli dudakdeğmezlik var ise o kadar "değer" olacaktır her oluş, her doğuş ve her duruş. Her zaman mı? Değil elbette, bir tat meselesidir bu. Aşık olmak gerekir. Dahası varlığı yoklukta bulmak arzusuyla kaybolmak gerekir.

Sevdiğinizi tutar mısınız? İlişkideki tutanaklarınızı "tutturur" musunuz? Onu bırakmamaya özen gösterir misiniz? Olmadı, sarıp sarmalar mısınız? Gitmek ister korkusuyla çok çok sıkar mısınız? Sıktıkça canını istemeden yakar mısınız? Ve onu en sonunda öldürür müsünüz? Ölsün. Olsun. Yenisini bulursunuz. Fakat neyin? Sevdiğinizin mi? Belki evet, belki hayır. Bir tat meselesidir bu. Nasıl gerekirse.

Sevdiğini tutsaklaştırırım korkusuyla tutmayanları bilir misiniz? Sarkmamaya özen gösterirken sarmamaya özenenler sanılmışları? Can yakmamak korkusuyla yananları? Dudağı değmezleri yani? Başlatmadan yaşayabilmenin  bedelini sonlanmadan kuruyarak öderler. Onları tanırsınız yahut tanımazsınız. Neticede aptalın tekidirler. Yahut abdalın. Artık ne olmaları gerekirse. Dudakları her halükarda değmez işte.

Dudak değmeden aşktan tat alınır mı? Alınmaz. Ol sebeple dudakları daima değeyazar. Engelleri kabullenircesine. Zar zor değer gibi oldukça tadını alırlar, allığın. Tada ilaveten yara da alırlar. Üzülecek bir durum yoktur. Yarası olmayan aşık mümkün mü hiç? O yaranın acısıyla geri de kaçarlar hemen. Geri dönmek üzere. Dudaklar tadını unutur mu hiç değeyazdığının? Hayır unutmaz. Artık o tadın daimi arayışındadır dudaklar. Tutunabilmek adına.

Dudak sözcüğü tutmak kökünden gelir, tutaktır aslı. Zira o sevilenleri tutmak özlemindedir. Bazıları sadece yenecekleri tuttuğu kanaatindedir. Hayata ancak bu şekilde tutunulduğuna onlar inanmıştır. Başka dallar aramazlar, tutunmaya. Yahut her varlığı yiyip tüketmeye şartlanmışlardır. Bedensel ihtiyaçlarını giderdikten sonra tutaklarına alabilecekleri hiçbir olgu yoktur. Sahi neler neler olabilirdi? Ressamın resmettiğine duruş verirken tutakladığı fırçası olabilirdi. Ne yani olamaz mıydı? Gitaristin çıplak parmaklarını kullanması gereken anda tutakladığı penası olabilirdi. Nasıl olamazdı? Aradığı ilhamın gelmez olduğu gecelerde şairin tutakladığı kalem olabilirdi. Olamaz demeyin. Sırf hayata "tutunabilmek" adına. Olur.

Yahut çileye doyamayan aşığın tutakladığı iğne de olabilirdi. Olmaz mı? Yanlış mı olur? Peki olmasın. Fakat başka tutaklara bırakmayacak şekilde tutunmakta tutucu tutakları ne yapacağız? Nereye koyacağız onların her varlığı yiyip tüketme "tutumunu"? Bu en büyük yanlıştır. Bir başka tutağa tutunulabilmek başarılsa, hayata böyle tutunulsa dahi, o tutunulan tutak artık açılmaz olacaktır. O güne kadarki haliyle kalarak açılamadığından hiçbir yenilik de üretemeyecektir. Haliyle de günbegün kuruyacaktır. Aşık ile maşuk ilişkisi. Belki de değil. Tutak karşısındaki tutağı yeri geldiğinde bırakmasını da bilmelidir. Ona güvenip bir daha açılamamak pahasına kendisinin tutulmasına izin vermelidir. Güvenin meyvesi ancak böyle alınabilir. Eylemi karşılıklı yapmanın yalnızca dil bilgisinden doğan zorunluluğuyla fiil işteşleşir. "Tutuşmak" olur.

Eğer hala bunlara rastlayacak kadar şanslıysanız yaşadınız. Yahut öldünüz.

Durun. Böyledir işte aşıklık. Biraz da değildir. Dudakdeğmezlik. Dudağın Farsçası "leb" ile lebdeğmezlik de olur. Leb demeden leblebiyi anlamak deyimindeki leb de yine kendisi olur. Peki nedir bu "dadakdeğmez"? Ozan ekininde* bir söyleyiş sanatıdır.

Altay Dörütü bahsinde bir dolu yazın sanatından bahsettik. Hepsi yazarlarını zorlayan onlara acı veren ne var ki maşuku yani okuyucuyu zevklendiren usullerdi. Maşukun zevki olmasa muhakkak bu usullerin hiçbiri yapılmayacaktı. Maşukun zevklerince anlaşılmamak hüsranı için dahi aşığın maşuğuna ihtiyacı vardı. Dudakdeğmezlik için de bu geçerlidir. Fakat dudakdeğmez o bahisteki usullerle bir anılamaz, yazılı edebiyat dahilinde önceden kurgulanabilir oluşlarından ötürü anılamaz. Zira aşk kurgulanamaz. Ozanların sanatı sözlü gelenektedir. Yeni eser o anın ilhamıyla söylenir. An'a muhakkak tabidir. Bu sanatı tamamen ayrı bir bahiste dile getirmek bundan gerekti.

Dudakdeğmez, Türkçe'nin dudak harfleri olan "b, f, p, m, v" harflerini kullanmadan söz söyleme sanatıdır. Bunu güvenceye almak içinse iki dudak arasına iğne konur. Ozanların hali ilk görene garip gelebilir ancak "aşık atma" başladığında sanatın tadı kavranır. Sözlerin aşık atmış ozanı usuller dahilinde yanıtlayarak doğaçlanması gerektiği yanında veznin ve ayağın da o an belirlenegeldiğini hatırlatmakta fayda var. İlginçtir dudakdeğmez. Ağzın, dudağın, dilin, dişlerin, gırtlağın konuşma sürecindeki eksiltilmiş bütünlüğünü açığa vururluğuyla hayranlık uyandırıcıdır.

Şimdilerde düzenlenen Aşıklar Bayramı, Aşık Şöleni gibi üç beş kişi kalmış ozanları buluşturan etkinliklerde iğne yerine kürdan kullanılagelir. Aşka yeni düşmüşler zeval görmesinler bir sebep, seyreden maşuklar dudak arasında kürdanı görsünler diğer sebep. Dedik ya, "Kanatan aşkların sevdasında ne denli dudakdeğmezlik var ise o kadar "değer" olacaktır her oluş, her doğuş ve her duruş. Her zaman mı? Değil elbette, bir tat meselesidir bu." Umarım benim aldığım tadı siz de alırsınız yiteyazmış bu gelenekten.

-Aşık Murat Çobanoğlu ile Aşık Yener Yılmazoğlu Atışması
-Aşık Cemal Divani ile Aşık Selahattin Kazanoğlu Atışması
-Toplu Aşık Atışması

Hamiş: Bunca lebdeğmez bahsinin ardından aklıma düşen Deli Deli Olma'yı anmadan yapamadım. Hala izlemediyseniz bu filmi görün. Niye mi? Sırf hayata "tutunabilmek" adına.

*Ekin: Kültür

27 Ocak 2013 Pazar

Altay Dörütü (Yalnızca Bilgilendirme)

Altay Dörütü tarafımca kullanılagelen bir yazım şeklidir. (bkz."Denklemlerimiz")

Kuralı istisnasız her sözcüğün "seçilmiş harf" ile başlamasıdır. Bu biçimin yazın dünyasınca belirlenmiş başat bir ismi bulunuyorsa ne yazık ki bilmiyorum, bilenler yorum yazmak vasıtasıyla beni bilgilendirebilir.

Kurgulanımıyla yazanı zorlama ilkesine dayandığından bana şu yazım sanatlarını hatırlatıyor:

-Lipogram: Bir dilin seçilegelmiş bir harfini (geleneksel olarak en olmazsa olmazı olan ünlüyü) kullanmadan eser oluşturmaktır. (bkz. Fransız sanatçıların "Oulipo" akımı)

-Pangram: Bir tümce dahilinde her harfi en az bir kere kullanmaktır. Tümceyi uzattıkça her harfin kullanılma olasılığı kolaylıkla arttığından tümce ne kadar kısa tutulmuşsa sanatı o denli makbul olur.

-İsogram: Bir kere kullanılan harfin bir daha hiç kullanılmaması. Tümcenin geneline uyarlamak fazlasıyla güç olduğundan genelde sözcük temelinde kalır.

Altay Dörütü adına gelirsek kısmen tarafımca konulmuştur. "Kısmen" çünkü temelsiz koymuş sayılmam.

Ben bu biçimin sondan eklemeli dillerle kurgulanabileceği kanısındayım. Gayrı yapıdaki diller "özne" unsuru sebebiyle "baştan" darbe alıyorlar. Bu lisanlar sondan eklemeli diller niteliğinde bir aidiyetliği fiile yansıtmazlar. Kullanacakları zamirler de aynı harfle başlayamaz. Manadan kısılmış olur, olgunun tadını kaçırır. Bu sebeplerden ötürü "Altay".

"Dörüt" zira Nurullah Ataç sanat yerine dörüt sözcüğünü yeğlerdi. Kendisi Osmanlıca sözcüklerle hiç barışık olmadığından "ve, fakat, ama, lakin, zira" bağlaçlarını da kullanmazdı.* Malum, harfiniz tutmadığı vakit bu yöntem dahilinde tümceye bağlaç sokulamıyor. Bu bana Ataç'ın tutumunu çağrıştırdı.

Ol sebeplerle adı Altay Dörütü olmuştur. Dilerim sevilegelir.

*Hamiş: Nurullah Ataç'ın bahsi geçen bağlaç düşüncesine katılmıyorum. Lakin "tayyare" yerine "uçak" sözcüğünü bularak harika bir kalıt bırakmış Türkçe Emektarı Sabiha Yağızlar'a (takma adıdır) bir nevi teşekkürü borç bildim.

25 Ocak 2013 Cuma

Denklemlerimiz (D'nin Çağrısı)

Denklemlerimiz düpedüz dilemmalara dayanacaktır.

Dengesizlik dengedir. Düzensizliğin düzeni dikkate değerdir. Dehayla, döküntülerin duruşması dur durak demeden döngüdedir. Dahası devridaimdedir. Densizlerin demirlerinden dağlandıkça duyumsanabilir doğası.

Diriliş dağlandıkçadır dediysek de darağaçlarında dürülün demedik. Dargın düşleri densizlere dilenmek değil densizlerin dizginlerine dalaşmak doğrultur dedik. Dinli densizlerin dokunulmazlıkları, damıtılmamış dönekliklerinden doğar. Dünyevi "değmezlerin" dağlarına dadanmak dürtüsüyle düzeysizliğin dibinde dolaşır durur, düşman duygular dokurlar.

Dürüst değerlerin, döküklüğü dahi dostane dirliğini değişmemeli doğrusu dümenden "doyumsuzluklara". Densizlerin düzmece doruklarındaki dolgun durumlarını daha dallandırıp deşmeyelim. Dopdolu değindiğim: Dilanın danışıksız dövüşlerinin dimağa didaktikliğidir.

Deryanın deviniminden  donanmayınca damlanarak doldurulamaz, diyar-ı dahili. Dikensiz düşüncelerin durgunluğu derdest dokunulmuşluğun donuk delaletidir. Dışarıdan dilhunca da dursa, dişlenmek, doğranmak, direnmek, direnememek, derbederleşmek, denizlerde daimi demlenmektir.

Denklemlerimiz düpedüz destekli düşüncelere dayandı.