29 Mayıs 2013 Çarşamba

Wish You Were Here (Çeviri Değildir)

Ne iyi...

Demek...
Demek tarif edebiliyorsun...
Behişt'i cehennem tabanlarından
En deniz gökleri acıları'n içinden

Peki tarif edebilir misin yemyeşil bir kırı da
Buzdan demirlerin yüzeyinde yapı'şıkken?
Yahut bir peçenin ardındaki saklı gülüşü
Ne dersin sen'ce ifade edebilir misin?

Yoksa seni de o takasın eşiğine getirdiler mi
Hayaletleri için özündeki ervahı verdin mi?
Yakış'ıklı küllere peki ağaçlarını verdin mi?
Sıcak 'havaları' için ser'ince gelen esintileri?

Buzdan avuntuları için mesela değ'işimi?
Hepsini geçtim söyle gerçekten yaptın mı?
Bu gayenin çorbasında tuzumuz olsunları
Tuzu gayet kuru'msallıklara değiştin mi?

Nasıl isterdim! Fakat nasıl!
Şimdi işte buracıkta olmanı!
Sade'ce iki 'dalıp gitmiş' canız
O saydam fanusta yüzdürülen!

Geçen olanca yılmış işte onlara soralım
Aynı aynı temellere hiç kat'lanamazken
Nihayetinde sahi ne bulurmuşuz baş ucumuzda?
Bana bile hatalı hissettiren: aynı bayat korkuları

Nasıl isterdim ama şimdi burada olmanı

Wish You Were Here

19 Mayıs 2013 Pazar

Ölüm, Yaşam ve Türkçe

Benzer hatta aynı kavramlar birden çok kelimeyle ifade edilebilir.

Kelimeler bazı anlamlara gelmiyor olsa bile, insanın baştan beri çabası budur: İletişim güdüsü yüksek bir canlı olarak meramını en ongun şekilde aktarabilmek. Fakat özellikle iki kavram üzerinde uğraşmıştır kişioğlu. Her kültürün tarih boyunca öylece bakakaldığı iki kavram üzerinde. Daha ötesini yapmak elinden gelmemiştir zira. Elbette 'Ölüm' ve 'Yaşam' kavramlarından bahsediyorum.

Her yaşayanın değeri aynı tutulmadığı üzere ölenlerin kıymeti de bir tutulmamıştır. Bu sebeple özünde aynı gözüken durumları farklı şekillerde ifade etme arayışına girmiştir insan. Her lisan için böyledir bu. En basitinden aynı koşullarda ölmüş kimi bireyler şehit kimileri ise leş olur. Kime göre? Taraflardan her ikisine de göre ancak kendi lehlerine. Bu durum her kültürde aynıdır. Viking Mitolojisi dahil. Fakat Türkçe'yi bu çeşitlendirme konusunda fazlasıyla keyifli bulduğumu belirtmekte fayda var.

"1873 yılının Şubat ayında İstanbul'da dünyaya geldi."

Mecazımı hoş görürseniz bir yere varmak istiyorum: bazı insanların dünyalı olmadığına. Dünyaya sözcüğünün barındırdığı yönelme hal eki "a" zaten vücut bulmuş bir canavarın buraya sonradan geldiğini ifade ediyor benim gözümde. Canavar sözcüğünden de yüksünmeyin sakın. Ne demek oluyor insan'a canavar demek, demeyin. Can taşıyan demektir alt tarafı. Bu sözcük başta tüm can taşıyanları kapsarken bir süre sonra yalnız vahşi hayvanlar ve fizikötesi ögeler için kullanılır hale gelmiş. Açıkla derseniz sanıyorum ki 'o da can taşıyor yazık' tümcesindeki türcü yaklaşımla alakası olacak. İnsan kendisini diğer canavarlardan ayırmak istemiş olabilir. Yani hayvanlar söz konusu olduğunda "o da yürek taşıyor, o da ruh taşıyor" tabirini duymayız. Bu sebeple aynı taşıma (aver) kurgusuyla oluşturulan yürek taşıyan anlamındaki 'Dilaver' sözcüğünü çocuklarımıza vermeye devam ederiz. Anlamca neredeyse aynı olmasına rağmen çocuğunuza 'Canavar' ismini verdiğinizi düşünsenize. Ne diyordum? Benzer hatta aynı kavramlar birden çok kelimeyle ifade edilebilir. Fakat yarattıkları etki aynı olmayacaktır.

Biraz geri gidelim. Dünyaya gelmek denildiğinde aklıma takılan bir soru var. İnsan dünyaya ne zaman geliyor? Yani nihai bağlamda ne zaman diye kast ediyorum. Kimseyi anne karnından çıkmadığı sürece dünyaya gelmiş saymıyoruz. Öyle ise dünya neresi oluyor? Hatta dünya nedir? Bu soruları sormaya başladıysak etimolojiye koşacağız. Arapça bir sözcük olan dünya aşağıda olan, alçak olan kökeninden gelir. ('Yer' ve yermek ilişkisinin düşünün) Aynı kökten denaet sözcüğü de çalar kapımızı. Alçaklık, rezillik manalarında. Olmazsa olmaz 'erbab-ı denaet' diye bir kavram da vardır ki 'en rezil, en alçak kimseler' için kullanılır. Yahut kullanılırdı. Bunları ne diye söyledik? İnsanın nasıl bir yere geldiğini anlatmak bağlamında sanırım. Dünyaya gelirken. Fakat bir de dünyadan gider olmuşken kalanlara selam eden Yunus Emre vardır ki o başka bahistir. Onun selamını almayana aşk olsun.

Bu beylik mecazdan devam edecek olursak, insan alçaklığa geliyor diyebiliriz. Olgunlaşınca da (Yunus Emre gibi) ondan gider oluyor. Yani alçaklığın yerlisi demeli miyiz onlara yoksa dememeli miyiz? Bu yazı buradan devam ederse çok karışır. Fakat bu saplantımızdan çok sakınca da çıkmaz. Evet. Öyleyse devam. Diyelim ki insanların bazısı dünyaya (alçaklığa) bir yerlerden geliyor. Buralı sayamıyoruz onları. Bu doğru mu? Sanırım. Fakat böyle kabul etmek bizim hüsnütelakkimiz de olabilir. Bazı kişilerin 'hayat, evren ve her şey'e karşı takındığı akıl almaz tutumları anlayabilmek adına çıkardığımız bir hüsnütelakki bu. İnsan davranışının kötücüllüğünü açıklamak niyetiyle. Niye? Neye? Nesne kalmasın diye gönlümüzde. Sanıyorum ki.

Beşerin haleti ruhiyesi basittir. Zaten beşer, etimolojik olarak et bulmuş demektir. Basur bile aynı kökten gelir. Et parçası kökeninden. Palazlanan et parçasıdır işte. Kimi insan gibi. Halihazırda durumumuzu arz edecek bir makamın tedariki icap ederse şunu da söylemek gerekir ki "yumru, yumurcak" sözcükleri de basur gibi ur, tümör anlamlarını taşır. Bunun konuyla alakasını "henüz" muallakta bırakarak salığımıza yol verelim. Ne diyorduk? Et bulmak. Et parçası. Bunun zaten iyi bir şey olmadığını yaklaşık bin yıl arayla yaşamış iki beden dile getirmiş. Gelin onlara kulak verelim.

"Kişioğlu hayvanları katletmeyi sürdürdükçe birbirini de katletmeyi sürdürecek. Olayın özü gayet açıktır ki acı ve cinayet eken, neşe ve sevgi biçemez." Pisagor

"Bir zaman gelecek ki kişioğlu şimdilerde insan katliamına nasıl bakıyorsa aynı gözle benim hayvan katliamına da bakıyor olduğumu anlayacak." Leonardo da Vinci

Algımız hazır sıcakken yeridir söyleyelim, "beşer - et" ilişkisi Latincede de vardır. "In+carnare" etten yapılmak manasına gelir. Belki tanıdık gelmiştir. Fransızcadan "Re+enkarnasyon" türevi girmiştir Türkçeye. Yeniden et bulum manasında gelir. Karnivor, 'etobur' da bu köktendir. Yeridir diyerek şunu da söyleyelim, dilimize Fransızcadan önce "ruh göçü" kavramı Arapçadan gelmiştir. Tenasüh kelimesiyle. Kelime de 'nüsha' kökünden doğar. 'Aynı' ruhun yoluna devam etmesi bakımından. Eğer reenkarnasyonun etimolojisinden hoşlanmadıysanız bunu seversiniz diye söyleyeyim dedim. Hem bahsimizle o kadar alakasız sayılmaz. Bazı kalıpların dışına çıktığımızda bunu söylemiş olmamız daha bir anlam kazanacak.

Ancak durup bir soluk alalım. Hatırlayalım. Biz çok başka konulardan dem vuruyorduk. Demliğimiz tabiri caizse devrileyazıyor. Durumu biraz toparlayalım. Beşerin haleti ruhiyesi basittir, kısmında kalmıştık. Çok doğru bir önermedir. Kendi özünde ne eksikse insan onu gösterme ilkelliğindedir. Yani dünyaya sonradan gelenler, alçaklığa düşenler, buranın yerlisi olmayanlar bunu sindiremiyor olmalarından ötürü en yerli kendileri gözükmek isteyecektirler. Ne var ki salt art niyetleriyle yorumladıkları bu "yerli" oluş, dünyayı "yer" bitirir olmakla sınırlı kalır. İşgal etmek, yemek, tüketmek, bitirmek onların yegane eylemine dönüşür. İnanırlar ki bunları yaptıkları sürece bu gezegende en yaşama hakkına sahip, en istediğini yapma hürriyeti taşıyan, kısacası en 'yerli' onlardır. Halbuki biraz ayakları Yer'e bassaydı işte o zaman yerli olurlardı. Ne yazık! Ne yazıktır ki gözlerini yumuyorlar: böyle bir tutumun sonucu ancak ve ancak herkesin yenilgisi oluyor. Evet herkesin. Senin, benim, bizim, onların.

Göz yummak demişken bazısı da 'hayata gözlerini açıyor'. Büyük meziyet. Evet. Gelir gelmez gözünü açmak, açgözlü olmak. Kendi yarattıkları ilahlara, paraya, güce tapanlar bu süre zarfında tüm olanlara gözlerini yumuyorlar. Ne var ki onların yaşananlara bu göz yumuşu başka insanların hayata göz yumuşu bedeliyle ödeniyor. Evet. Kendilerine oyalansın diye atılan yumakların altında kalmış insanlar yumru yumru olup açgözlü beşerden yumruk yiyorlar. Yumru, yumurcak sözcükleri de 'tümör, ur' manalarına geliyor demiştim hatırlarsanız. Bakın yazımıza bu sefer muallaktan kurtulup alakalı bir yerden buyurmuş oldular. Basur ile aynı etimolojiyi paylaşan beşer yani insaniyet yine kendisine attığı yumruklarla insanlık varlığını yumru yumru ediyor. Demem o ki beşer yine kendinin basuru, yumrusu, tümörü, uru, kanseri oluyor. Yummak, yumru, yumurcak, yumruk hepsi aynı 'yum' kökünden türemedir. Toplanmış, büzülmüş, sıkılarak kapalı hale getirilmiş hususları ifade eder. Demem odur ki yumruklarla bizi sıktıkça sıkıyor daha kapalı hale getiriyor, bizdeki yumrulara sebebiyet veriyorlar. 'Böylece bizi bir kere daha tutup yumrukluyorlar.' Yumrukla kalsak iyi diyorum ya bazılarımız hayata göz yumuyorlar. Ben değil Türkçe uyarıyor, yaşananlara göz yummanın neticesi hayata göz yummaktır.

Çok mu umutsuz gidiyor bu yazı? Durun toparlayalım vaziyeti. Biraz da başka türlü insanlardan söz edelim. Hayata ürkekçe adım atanlardan örneğin. Sırra kadem basana değin. Yeri geldi madem, kadem Arapça ayak demektir. Hayata bir adım ile başlangıç yapar, biraz emekleme, azıcık koşturma, nihayetinde son bir ayak atımıyla sırra kadem basar kimisi. Bunu yapan insanlar bence doğuyorlar. Evet çok şükür ki bazı insanlar her şeye rağmen doğuyorlar. Doğuyor olmalarından geliyor bütün doğallıkları. Onların salt varlıklarıyla dahi rahatlayabiliyoruz. Yıkılmışlıklarımızdan silkinip doğrulabiliyoruz. Evet gülümserken doğal olan insanlar bence doğuyorlar. Yaşamımıza. Abartmak gibi olmasın fakat umutlu yarınlara gebe olasımız dahi geliyor onlarla.

Kişinin hep peyda olmasından bahsettik. Farsça bir sözcük olan 'peyda' anlam olarak zuhur etmek, görünmek manalarını taşır. Karşımıza çok çıkmamakla beraber "kimden peydahladın bunu" biçimindeki meşum fakat bir o kadar da meşhur bir soruda varlığını sürdürür. Değinmediğimiz bir o kalmıştı. Ona da değindik. Güzel oldu. Çünkü kişinin hayat bulmasından (ne güzel bir kalıp, insan çünkü kendi bulduğunun değerini bilmeye daha yatkındır) hayatını kaybetmesine doğru bir geçiş yapacağız.

Kimisi için hayatını kaybediş vefa borcudur. Yerküre'ye ettiği teşekkürdür. Bedenini geri sunmaktır. Kalıbı dinlendirmektir. Bu yüzden onlar vefa kökünden gelerek vefat ederler. (can borcunu ödemek tabirini düşünün) Tenasüh (ruh göçü) kavramından bahsederken "bazı kalıpların dışına çıktığımızda bunu söylemiş olmamız yine anlam kazanacak" demiştim. Evet 'kalıbı dinlendirmek, kalıbı değiştirmek' şeklinde ölüm bildiren iki 'kalıp' da vardır Türkçede. Bazı tarikatların inancında insan ruhunun tek bir kere beden bulmayla pişmeyecek kadar çiğ olduğu inancı vardır. Kalıbı dinlendirip ruhun yola devam etmesi gerekir. Ruhlar gibi biz de yolumuzu devam edelim. Ölümden söz ediyorduk.

Kimisi rahmetli olur. Yani merhum. Manası kucaklanmış, affedilmiş, bağışlanmış. Ne güzel ilişki kurulmuş. Durum gayet net. Kişi toprak tarafından yeniden kucaklanmayı umut ediyor. Gelinen yere dönmek durumu var. Geldiğimiz yer neresi ki? En basit haliyle yanıtlayalım: anne rahmi. Etimolojik olarak 'kucaklayan, şefkat' gösteren manalarındaki rahim kökü anne rahmi için de geçerlidir. Hatta bana sorarsanız en hak ederek onun için geçerlidir. Ölünce bile anne sıcaklığında kucaklanma, şefkat görme arzumuz da buradan geliyor herhalde. İki rahim arasında mekik dokuma isteğimiz. Merhum olmak çok da kötü değil öyleyse.

Fakat kimisi ne merhum olur ne vefat eder. Bu dünyadan göçer gider. Kuş gibi bir gidiştir bu. Kuş gibi gitti tabiri kimseye rahatsızlık vermeden ölüp giden kişiler için kullanılır. Haliyle daha çok yatağa düşmeden ölen yaşlılara yaraştırıldığı görülür bu tabirin. Yaşlılar kendilerine yaraştırır mıydı soramadığımızdan bilmiyoruz. Ne diyordu Yunus Emre, "yalancı dünyaya konup göçenler, ne söylerler ne bir haber verirler." Yunus Emre demişken, elbette bazısa da Uçmak'a gider. Yunus Emre dizelerinde cennet yerine bu sözcüğün kullanıldığı da görülür. Uçmağa varmak. Bazısı bunu eski inançta tinin (ruhun) ölünce kuş biçiminde göğe 'uçarak' yükseldiğiyle bağlantılı olduğunu söylerken kimisi Soğd kültüründen alınma cennet mefhumu 'Uştmak' ile ilişkilendirir. Onlar ilişkilendirsinler de gelin bakın ne diyorum ben, kimisi tam şu anda demir alıyor bu limandan, bazısıysa ebedi uykuya intikal ediyor, emr-i Hakk'ın vaki olduğu da var kimisince, ruhunu teslim eden de elbette, fücceten terk-i diyar eyleyen bulunduğu gibi, son yolculuğuna kendi isteğiyle uğurlanan da. Ne yazık ki başkalarının isteğiyle yolcu çıkan da. Bedhahlara göz yumulduğundan birileri hayata göz yummuyor mu, buruk bahsimiz biraz da bundandır işte. Uğurlar olsun.

Sıra geldi kötü ölüm tabirlerini ele almaya fakat zerre kötü niyet taşımadan. Türkçeyi şenlik yeri olarak buluyorum bu konuda. Belirtelim ki şenlik 'bayındır, mamur' olan yer demektir. Yani imar edilmiş olan. Yerleşik hayata dair kavramların olumlu anlamlarla (şen olmak) örtüşüyor olması toplumların yerleşik hayatın huzurunu kutsamasıyla alakalıdır. Onu bırakalım da hadi buyrun buradan yakalım: Nalları dikmek, tahtalıköye gitmek, cavlağı çekmek, mortlayıvermek, cızlamı çekmek, eşek cennetini görmek, postu deldirmek, topu dikmek, cehennemin dibini boylamak, kuyruğu titretmek, defteri dürülmek... İnanın bu kadarı yeter zira liste hayli uzuyor Türkçede. Hepsinin kurguları da gayet net duruyor diye düşünüyorum. Yine de birkaç not iliştirmemiz gerekirse, 'cavlak' sözcüğü 'çıplak' türevidir, cızlam ise argoda sıvışmaktır. Kuyruğu titretmek, hayvan ölümlerine bir göndermedir. Köken olarak karışıklık yaratabilecek tek sözcük en masum gözükeni: 'mortlamak'. Mortlamanın, Hint-Avrupa Dilleri kökenli olduğunu belirtmekte fayda var. Türkçede mortlamayı ayrıca kedinin ulaşamadığı ciğere sesleniş biçiminden biliyoruz. Evet mundar. Aslı murdardır. Ses değişimine uğramış bir sözcüktür. İngilizcedeki 'murder, immortal, mortuary' sözcükleri de buradan gelir. Kıssaden hisse diyelim: Mort, kötü ölümlerde doğabilecek bir ses yansımasından yahut mor'armak kökünden gelmemiştir.

Yukarıda zikrettiğimiz ölüm tabirlerinin arasından benim için ipi açık ara farkla göğüsleyen 'cehennemin dibini boylamak'. Kullanılan 'boylamak' fiili beni gülümsetiyor zira. 'Boy vermek' tabirini yaygın bir şekilde bilinen hayatın başladığı denizler dahilinde kullanıyorken aynı zamanda hayatın en berbat sona eriş metaforu için de kullanıyor oluşumuz şahsen garipliğiyle hoşuma gidiyor.

Kötü ölüm bildiren kelamlardan bir tanesinin eksikliğini hissetmiş olabilirsiniz. Merak etmeyin şimdi geliyoruz. Maksat onu ayrıca irdelemekti. 'Gebermek'. Daha çok duyduğumuz şekillerde 'geberip gitse umrumda olmaz' yahut 'geberesice'. Hiç sordunuz mu kendinize bu sözcüğün anlamı nedir diye? Hani başta sorguladık ya insan dünyaya ne zaman gelmiş olur, dünya neresidir diye? Şimdi şunu soralım: İnsan ne zaman geberir? Hangi ölümler gebermektir?

Yapayalnız, kimi kimsesi olmadan, kötü koşullarda, umursanmadan, savaşlarda, ters yerlerde vuku bulan ölümler gebermektir. (etimolojik olarak) Bu sebeple insanlar birbirlerine ilenirken ölesice demekten çok 'geberesice' der. Anlam olarak gebermek, 'kabarmak' sözcüğü türevidir. Özünde 'şişmek' manasını taşır. Fakat kabarmaktan ayrı olarak gebermek tamamen olumsuz bir manada sabitlenmiştir. Yağmura doyunca şişen tahtaya geberdi değil kabardı deriz. Öldüğünde umursanmayacak durumda olan, sevilmeyen, uygun muamele görmeyen (gömülme-yakılma), ölümün kötü yerde geldiği kişiye ise geberdi denir. Açıklamak gerekirse de mantığı basittir. Bu koşullarda kalan ölü bedenler şişme eğilimi gösterirler. Hele mekan da el verirse (sıcak, nemli) iç gazlardan ötürü ölü bedenin patlaması dahi mümkündür. Bunu da belirttiysek 'geberesice' şeklinde yapılan kargımanın ne kadar meşum olduğu daha iyi anlaşılıyordur diye sanıyorum.

İmkan varken kabarmaktan bir adım geriye de gidebiliriz belki. Ulaştığımız yer gayet açık olarak 'kaba'. Öyleyse kardeş sözcüğü olan gebermek'in de kökeni de aynı geri adımla 'gebe'. Lisanlar böyledir işte. Kişiye uyarı mahiyetinde tutumları olabilir. Ne demiştik? "Abartmak gibi olmasın fakat umutlu yarınlara gebe olasımız dahi geliyor." Türkçe bana sorarsanız bu şekilde umutlu yarınlara gebe olan hayatlara bir yerlerde çok kötü ölüm biçimlerinin varlığını da unutmamasını hatırlatıyor.

Gebe sözcüğüne kadar girdiysek onu da kurcalayalım madem. Dediğim gibi yaşam ve ölüme dair kelimeler, deyimler, kalıplar her dilde bolcadır. Buna hamilelik süreçlerini de katabiliriz. Çünkü toplum hamilelik olgusunu da farklı farklı değerlere bindirmiştir. Gebelik durumunu anlatmak için seçilen kelimeler her dilde belli aralıklarla kendini yenileme eğilimi de göstermiştir. Bunda bir süre sonra o sözcüğün cinselliği çağrıştırması etkisi de var. O yüzden basit kelimelerden "iki can taşıyor" (eating for two) şeklindeki güzellemelere kadar yol katetmiştir bu süreç. Bu dediğim her dil için geçerli olsa da Türki dillerde gebelik belirten fazlaca sözcük olduğunu da söyleyebilirim. Ayrıntılı bilgi için şu makaleyi önereceğim.

Biz de burada hamilelik sözcüklerinin hepsini değil fakat meşhurlarını kurcalayalım. Hamile sözcüğü ile başlarsak, hamil sözcüğünün dişilidir. Hamil sözcüğü 'taşıyan, elinde bulunduran' manalarına gelir. Hamal ile aynı kökten geldiğini de söyleyelim. Sebebi şudur ki çoğu dilde gebelik 'yüklenme' ile özleştirilmiştir. Türkçede kullandığımız 'yüklü', İngilizcedeki 'heavy with child' yahut 'gravidus' (Latince gravis -yük- kökünden gelir) en temel örnekler. Gebe sözcüğünün yani şişkin olmak durumunun alakasını sorarsanız ise dil kurgulanımının çok eski zamanlarına uğramamız gerekir. Şişen, kabaran varlıkların 'dolu, yüklü' olduğu varsayımı tarihin başından beri mevcuttur. Doğada şişip kabaran, dolgunlaşan varlıkların (meyve, ekin, su yatağı) 'dolu, yüklü, değer taşıyor' olduğunu düşünürsek bu kurguyu kolayca ayrımsarız. Benzer bir ilişki için tulum sözcüğüyle ona bağdaşık dolmak köküne de göz atmalı.

Bu arada gebe'nin kardeşi kaba sözcüğünün 'kapsamak' ile aynı etimolojiye dayandığını söyleyerek daha fazla yol alalım. Bunu belirtmekle şişmek-gebelik-kapsamak ilişkisi daha net görülüyorsa bunun Türkçe ile de sınırlı kalmadığını ifade edelim. İngilizce ve Fransızcadaki, Latince kökenli hamilelik bildiren 'enceinte' sözcüğü iyi bir örnek olacaktır. Çevrelenmiş, çembere alınmış (bir bağlamda kapsanmış) köklerine dayanır.

Bunları ayrıntılarıyla yazdım ki gebermek gibi meşum bir kelime yüzünden gebe gibi umutlu bir sözcük kimseye 'kaba' gelmesin. Gebe ve kaba sözcüğü kardeş sözcüklerken 'kaba' tabirini elbette bilerek kullandım. Çünkü daha söylenecekler var. Olumlu etkisinin yanında bir yandan da şişkinliğin, dolgunluğun aşırısı kişioğlunu rahatsız etmiştir. Ona 'kaba' gelmiştir. Doğadan gidelim yine: abartıyla şişen, genişleyen canlılar bunu tehdit mahiyetinde yaparlar. Yahut haddinden fazla "kabaran" su yatakları felaket getirirler. Bu yüzden kişioğlu bilinçaltında fuzuli şişkinliği olumsuzlukla özleştirmiş olacak. Bir yandan da tümör, ur, yumru gibi durumlar var. Bu sebeple insan beğenecek yan bulamadığı, baştan savma, pestenkerani durumları da 'şişirme, doldurma, kaba, gebeş' diye mimlemiştir. Yine başka dillerden örnek verecek olursak: manası basbaya 'şişirme' olan 'enflasyon' sözcüğüyle başlayabiliriz. Türkçeye Fransızca hali geçmiştir fakat aslı Latincedir. Aynı kökten İngilizce 'inflated' şişirilmiş, gereğinden yükseklere çıkarılmış anlamlarında kullanılır. Abartılı manasına gelen 'turgid' de şişirilmiş demektir. Süslü, gösterişli, mübalağalı manalarına gelen 'bombastic' de yine şişirme köküne dayanır.

Tüm bu alakasız gözüken unsurları tek bir yazıda ne diye ve nasıl mı topladık? İnanın ben de tam anlayamadım. Tek bildiğim bir tarihçi olarak 11 Mayıs 2013 Reyhanlı Patlamaları'na da değinmek bu şekilde tarihçi vazifemle tarihe not düşmek arzumdu. Bu çırpınışım esnasında lafügüzaf ettiysem mazur görün. Fakat iki halkı birbirine düşürmek için yapılan 'şişirme' bir yöntemin pestenkeraniliğine değinmek istedim: tahrik. Yani hareketlendirmek. Ortalığı karıştırarak. Yahut pro-vokasyon. (vokal, voice, vowel aynı köktendir) Yani birilerini öne çağırmak. Bu birileri ise malumu ilan etmeye gerek olmasa da: yumakların altında kalması beklenen bizler oluyoruz. Kusura bakmayın kalamayız, acımız ne kadar çoksa karnımız da o kadar tok.

Anlatmak istediğim paraya, güce tapan erbab-ı denaetin olan bitene gebeşçe göz yumarken hayata göz yumanları umursamamasıdır. Meramımı tam anlatamadıysam da bir ara Pisagor yardımıma koştu ya ondan rahat sayılırım. "Olayın özü gayet açıktır ki acı ve cinayet eken, neşe ve sevgi biçemez."

Yükümüz şişkin, birileri bizi gebertmek de istiyor. Vaziyet buyken gözlerimiz çok kapanmamalı. Ancak umutsuzluğa kapılıp neyi kurtarsak kardır diyerek açıkgözün teki olup da çıkmamalı. Doğadaki şişkinliğin azı nasıl bereketsizlik fakat fazlası sahtekarlıksa bu konuda da bir ara yol bulunmalı.

Gebertmek isteyenlere inat umuda gebe yarınlar dileğiyle.